Fyodor Dostoyevski’den Yeraltından Notlar’ı ve Nikolay Gogol’dan Bir Delinin Hatıra Defteri’ni dönemin ruhu, yaşadıkları psikolojik durumlar ve her satıra yansıyan düşünceleri ile ele alıyoruz.
1800’ler Rusya’sı..O zamanki adıyla Çarlık Rusyası..
Soğuğun insanların ruhlarına işlediği, karlı dağların ardındaki coğrafya. Bir ülkenin coğrafyası orada yaşayan insanların fiziksel özelliklerine, iklimi ise ruhuna benzer.Keskin, sert ve çıkıntılı yamaçlar, keskin burunlu, sert bakışlı, çıkıntılı yüz hatlarını, karasal iklimin getirdiği soğukluğun davranış ve tutumları tipik halkı tahayyül etmede bize yardımcı olur. Öyledir ki bu tarlasını süren çiftçiden, ülkeyi yönetenlere kadar benzerlik gösterir. Ve tabii ülkenin geleceğini etkileyecek olan ideolojik fikirlerde…
Ülkenin geleceğinde büyük rol oynayacak ideolojik fikirler henüz yazım aşamasındayken sessiz ve sakin geçen ayaz gecelerinde, mum ışığının aydınlattığı kitaplar dönemin yazarlarına adeta ilham kaynağı olmuştur. Edebiyata gösterilen değerin çokça olduğu bu topraklarda her bir nesil ötekine bir miras bırakmış, onların izinden giden her bir yazar ise günümüzde klasik olarak nitelendirilen eserlere imza atmıştır. Günümüz koşulları düşünüldüğünde zor şartlarda ortaya çıkan bu eserler yalnızlığın, karanlığın olumsuz etkilerini beraberinde getirmiş, duygu karmaşaları her bir cümleye yansımıştır. Dönemin iki ekol yazarı da bundan nasibini almış olacak ki , Yeraltından Notlar ve Bir Delinin Hatıra Defteri’nde insanın içinde yaşadığı psikolojik savaş, doğruyu, erdemi bulma çabaları, kendini farklı yerlerde konumlandırma eserlerinde ana temalar olarak öne çıkmıştır. Duygularını kahramanlar üzerinden yazarak bize anlatmaya çalışan yazarlar yazılarını biz okuyalım diye değil, donmaya yüz tutmuş ruhlarını anlamak ve kendilerini bir nebze de olsa rahatlatmaya çalışmak için yazmışlardır.
Onların da yaptığı gibi, her dakikası zor geçen hayatlarımızda eğer gerçek dünyada aradığımızı bulamazsak iç sesimizi dinlemekte her zaman fayda vardır. Doğruyu, yanlışı, güzeli, çirkini, ahlakı, ayıbı böyle zamanlarda düşünür, onları sebeplendiririz.Bulduğumuz her bir sebep ise bizi çıkarlarımıza götürür.İç dünyamızda sıkışıp kalmamamız için bir işin doğrusu her zaman bizim çıkarımıza olmalıdır ki kendimizi tatmin edebilelim. Dostoyevski için ise tam tersini söylemek yanlış olmaz. O iç dünyasında boğulduğu ve doğruyu yanlıştan ayırt edemeyecek kadar sarhoş olduğu zamanları, adeta bir muharebe savaşının yıkım gücünde olan betimlemeleriyle anlatarak her bir sayfanın sonunda doğruluğun varlığını insanlara sorgulatmıştır.Bunu kendi deyimiyle yeraltına inerek yapmış, insanları nötr bir şekilde gözlemlemiş ve her bir satıra işlemiştir.Aynı şey Gogol içinde geçerlidir.Gözü yükseklerde kahramanını kimseye aldırış etmeden kral olma yoluna götüren duygu Dostoyevski ile aynıdır. Onları okurken ki hissiyatınız değişmiyor, buna ek olarak da Dostoyevski’nin kitabında Gogol’a atıflarda bulunması, iki yazar ve kitap arasında bağlantı kurmanızı kolaylaştırıyor. İçerik olarak baktığımızda duyguları bize başarılı bir şekilde geçiren yazarların yaşadıkları sıkıntıları, iç bunalımları kendini kaybetmiş ruhlarda nasıl etki ettiğini görmek insanda merak uyandırıyor ve bazen olayları anlamasanızda, gözleriniz satırlarda geziniyor ve çıktığı her yolculukta yanında bir tutam umutsuzlukla geri dönüyor. Uzun soluklu olmayan bu hikayelerin sonları da heyacanlı bitmiyor elbet ama bir sonraki sayfada hangi duygu karmaşası içinde olacağının merakı kitabı bitirmeye yetiyor.
Onlar yaşadıklarını ve ve dönemin yaşattıklarının içsel çıkarımlarıyla karşımıza çıkarken, ruh hallerini yaşadığımız modern dünyayla bağdaştırmamız kaçınılmaz oluyor. Her ne kadar bu süreç zor da olsa değişmeyen tek şeyin gerçek olduğunu ve geçmişteki ruh halleriyle şimdininkilerin benzer olduğunu, yalnızca modernleştiğini anlıyoruz.