Müziğin kaydedilip evlerimize girmesinden günümüz streaming platformlarına kadar müzik dinleme alışkanlıklarımız yıllar içinde çokça değişime uğradı. Bu değişimin en önemlisi de internetle birlikte yaşandı. Teknoloji, müziğin üretiminden formuna, kaydedilmesinden yayımlanmasına kadar her alanda büyük devrimler yaptı, yapmaya da devam ediyor. Ben de bu yazımda müziğin internet yolculuğunu incelemeye çalıştım.
Müziğin İlk Fiziksel Kayıtları
İlk ses kayıt cihazı olarak bilinen fonografın icadına kadar müzik, yalnızca nota kağıtları halinde edinilebilen bir şeydi. 1877 yılında Thomas Edison tarafından icat edilen Fonograf ile birlikte ilk defa sesler kaydedilip tekrar oynatılabilir hale geldi. Fonografın icadı, müziğin uzun yolculuğundaki ilk adımdı. Artık insanlar, canlı performansları izlemek yerine, istedikleri müziği istedikleri zaman ve mekanda dinleyebiliyorlardı. Bu, müziğin deneyimlenmesini bireyselleştirdi, çünkü insanlar kendi zevklerine göre müzik seçebiliyor, tekrar tekrar dinleyebiliyor ve başkalarıyla paylaşabiliyorlardı.
İlk olarak silindirler, daha sonra da bugün plak olarak bildiğimiz long play sayesinde müzik, fiziksel bir forma kavuştu ve alınıp satılabilen fiziksel bir meta haline geldi. Bu durum, müzik endüstrisinin önünü açarak müziğin daha büyük ölçekte kaydedilmesini ve dağıtılmasını da sağladı. Vinil plakların 1940’larda piyasaya sürülmesiyle birlikte kısa sürede müzik dağıtımı için birincil araç haline geldi ve bu üstünlüğünü neredeyse tüm 20. yüzyıl boyunca sürdürdü.
Plak Şirketleri ve Güç Dinamikleri
Vinil plakların icadından 1980’lere kadar olan dönemde müzik endüstrisi merkezi ve tekel bir yapıdaydı. Bu aynı zamanda anlaşmadan sonra albümün piyasaya çıkana kadar tüm aşamalarında şirketlerin söz sahibi olması anlamına da geliyordu. Müziğin kaydedilmesinde, düzenlenmesinde ve promosyonunda kontrol hakkı onlardaydı. Bu sistem, müziklerini yayınlamak isteyen sanatçılar için zorlayıcı bir durumdu. Aynı zamanda bu merkezi yapı içerisinde kişisel bağlantılara sahip olmayan bir sanatçı, bir demo kaydedip plak şirketlerinin kapısını aşındırmak zorundaydı.
Plak şirketlerinin bu tekel durumu aynı zamanda bir güç asimetrisine de neden oldu. Bunun en iyi örneği siyahi sanatçıların bu dönemde karşılaştıkları, şeffaf olmayan muhasebe uygulamaları, sözleşmelerdeki haksız maddeler ve telif haklarının gaspı nedeniyle hak ettikleri geliri alamamasıdır.
Bu sorunların en güncel örneği, Pharrell Williams ve Robin Thicke‘in “Blurred Lines” şarkısıdır denebilir. Mart 2015’te”Blurred Lines”ın, Marvin Gaye’nin “Got to Give It Up” şarkısıyla benzerliğinden açılan davada, Williams ve Thicke’in “Got to Give It Up”ı doğrudan kopyalamamış olmalarına rağmen jüri, telif hakkı ihlali için yeterince benzerlik olduğunu belirterek Gaye’in mirası lehine karar verdi. Sonuç olarak, Gaye’in mirasçılarına, bir müzik telif hakkı davasında şimdiye kadar verilen en büyük miktar olan 7,4 milyon dolar tazminat ödendi.
Milenyumun Eşiğinde Müzik
1980’lerin başından 1990’ların ortasına kadar olan dönemde, müzik endüstrisi hiç olmadığı kadar kârlı bir dönem yaşıyordu. Bu altın dönemin en önemli aktörlerinden biri hiç şüphesiz Compact Disk veya yaygın bilinen adıyla CD‘ydi. CD, yeni bir format olması ve o dönemdeki plak ve kasetlere kıyasla daha iyi bir ses kalitesi sunması nedeniyle daha yüksek fiyatla satılabiliyordu. Ayrıca, yeni bir teknoloji olması da kârlılığın ana sebeplerinden biriydi. Bu kâr potansiyeli, önemli plak şirketlerinin Sony ve Warner Bros gibi büyük uluslararası şirketlerin radarına girmesi ve satın alınmasıyla sonuçlandı.
Bu sırada Almanya’da bir grup bilim insanı önemli bir teknolojik devrimin eşiğindeydi. Karlheinz Brandenburg, o dönemde tez danışmanı olan hocasının rehberliğinde büyük bir meydan okumaya girişti: Müzik kaliteli bir şekilde telefon iletim hatları üzerinden aktarılabilir miydi? Yaklaşık 40 dakika uzunluğundaki bir müzik CD’sinin bilgisayarda kapladığı alan yaklaşık 400 Mb idi. Günümüz koşullarında çok düşük gibi görünse de o dönemlerdeki ev bilgisayarları ve telefon hatlarıyla internete bağlanan insanlar için devasa bir yer gereksinimiydi. Yeterli yer olsa bile internet hızlarının kısıtlılığı nedeniyle bir albümü aktarmak günlerce süren bir işlemdi.
Brandenburg ve ekibi, insan kulağının zaaflarından faydalanan bir sıkıştırma algoritması geliştirmek için işe koyuldu. Bu zaaflar, evrimsel süreçte atalarımızdan bize miras kalan doğada hayatta kalmamızı sağlayan mekanizmalardı. Örneğin, insan kulağı milisaniyeler içinde duyduğu iki ses arasından sadece en yüksek şiddetli olanına odaklanacak şekilde adapte olmuştur. Bu nedenle, bir şarkı dinlerken şarkının o anki en gürültülü bölümleri, daha sessiz olanları maskeleyerek kulağımızın algılamasını zorlaştırır. Ayrıca, insan kulağının işitebileceği frekans aralığı da sınırlıdır.
Brandenburg ve ekibi tarafından geliştirilen algoritma, bu zaaflardan faydalanarak dosya boyutunu akıl almaz bir oranda, yani 1/11‘e kadar küçültmüştür. Bu dosya boyutunda küçülme ve mp3 formatı, müziğin paylaşılmasını, korsan bir şekilde yayılmasını ve ulaşılabilirliğini inanılmaz bir biçimde arttırmıştır. Bu nedenle, sadece müzik alanında değil, teknoloji alanında da en önemli ilerlemelerden biridir.
Müziğin Özgürleştiği Gün
Mp3 formatı, mp3 çalarların da gelişimiyle birlikte internet çağında kazanan, herkes tarafından kabul edilen ve kullanılan bir format olarak kendini kabul ettirmeye başlamıştı. Bu sıralarda kolej öğrencileri olan Shawn Fanning ve Sean Parker, mp3 devrimini bir sonraki aşamaya taşımak üzereydi. Mp3’ün icadıyla internet üzerinde müzik paylaşımı başlamış olsa da, bu iş için özelleşmiş ve günlük kullanıcıların kullanabileceği kolaylıkta bir program yoktu. Sean ve Shawn da tam bu sırada müzik dağıtımını baştan tasarlayan ve internetin gerçek potansiyelini gösterecek bir program üzerine çalışmaya başladılar.
Napster, 2000’lerin başında ortaya çıkan ve günümüzdeki merkeziyetsiz blockchain sistemlerinin atası olarak da kabul edilen p2p (peer to peer) teknolojisini kullanarak kullanıcıların kendi aralarında devasa serverlara ihtiyaç duymadan birbirileri arasında müzik kütüphanelerini paylaşmasına olanak sağlayan bir sistemdi. Napster’a bağlanan kullanıcılar hem kendi müzik kütüphanelerini paylaşıp hem de bambaşka ülkelerden şehirlerden kullanıcıların arşivlerine erişebiliyordu. Kullanıcı havuzunun da büyümesiyle birlikte, Napster dünyanın o güne kadar gördüğü en büyük müzik kütüphanesi olma yolunda ilerliyordu.
Kullanım kolaylığı ve benzersizliği sayesinde Napster inanılmaz bir hızla büyüdü. Yeni gelen kullanıcılar karşılaştıkları bu Babil Kütüphanesi karşısında çok etkilendiler. Kullanıcılar favori albümlerinden, favori sanatçılarından, hiç duymadığı dünyanın diğer ucundan sanatçıların albümüne kadar devasa bir müzik arşivine ücretsiz ve kolayca erişebildi. Napster bir nevi müziği zincirlerinden kurtarmıştı. Bu teknoloji aynı zamanda günümüzde kullandığımız Spotify, Apple Music gibi sistemlerin atası da sayılabilirdi.
Napster zirve durumundayken 26.4 milyon kullanıcıya ulaşmıştı. Bu başarı aynı zamanda hukuki davaları da beraberinde getirdi. Bunlardan ilki o sıralar “I Disappear”ı kaydeden Metallica idi. Şarkı o sırada stüdyo kayıt aşamasındayken sızdırıldı ve Napster’a düştü ve kullanıcılar arasında büyük popülerlik kazandı. Birkaç radyo istasyonunun da şarkıyı çalması grubu alarma geçirdi. Önce Metallica, daha sonra Madonna ve büyük plak şirketlerinin de dava açmasıyla Napster içinden çıkılması zor bir hukuki problemin içine düşmüştü. Açılan davaları kaybeden Napster, mahkeme tarafından paylaşılan telif ihlalli materyalleri kaldırmakla görevlendirildi. Ancak buna uymayan Napster, 2001’de hizmeti sona erdirip 2002’de de iflasını açıkladı.
Napster böylece tarihe adını altın harflerle yazdırmıştı. Kimileri Napster’ı etik olmamak ve sanatçıların ekmeğine göz dikmekle suçlasa da, bazıları bunun tam tersine yeni cağın yeni promosyon aracı olarak görmüştü. Temmuz 2000’de İngiliz rock grubu Radiohead‘in “Kid A” albümünden parçaların albümün yayınlanmasından üç ay önce Napster’da yer alması buna bir örnek olarak sayılabilir. Madonna ya da Metallica’nın aksine, Radiohead ABD’de hiç ilk 20’ye girememiş bir gruptu. Dahası, “Kid A” herhangi bir single’ın yayınlanmadığı bir albümdü ve neredeyse hiç radyoda çalınmamıştı. Albüm yayınlandığında, dünya çapında milyonlarca kişi tarafından ücretsiz olarak indirildi ve Ekim 2000’de “Kid A” ilk haftasında Billboard 200 satış listesinde bir numaraya yerleşti.
İnternetin bu gücü ardından gelecek yıllardaki indie sanatçılara ve kendi tanıtımını yapan sanatçıların da önünü açacaktı.
Apple ve İlk Dijital Müzik Mağazaları
Napster’ın popülerliği ve kaçak müziğin yaygınlaşması plak şirketlerini panik haline geçirmişti. 2001 yılı sektör raporlarında çalkantılı olarak nitelendirilmişti ve gelirlerde düşüş gözüküyordu. Korsan dosya paylaşımı sektöre CD’lerin karlı döneminin ardından büyük bir darbe vurmuştu. Bu çalkantılı dönem aynı zamanda plak şirketlerinin satılan her mp3 çaların vergilendirilmesini istemesi gibi ekstrem isteklere yol açmıştı. Apple da mp3 çalar pazarında pastadan bir pay almak istedi. Zamanlamaları ne ilk ne de kusursuzdu. Ancak Apple, diğer şirketlerin aksine oyunu kurallarına göre oynamayı kabul etmişti. Çünkü büyük plak şirketleri ile mücadeleye giren şirketlerin ve sanatçıların sonu hep aynı olmuştu.
Apple da böylece yeni müzik çalarını geliştirmeye başladı. Dönemin gelişen depolama teknolojileri ile birlikte cebe sığabilecek boyutta olan iPod, yaklaşık bin şarkı depolayabilecek kapasiteye sahipti. Apple’ın klasik tasarım anlayışı ve şarkı depolama olanaklarının aksine, iPod’u diğer tüm müzik çalarlardan ayıran özelliği iTunes Store idi.
Plak şirketlerinin karlı CD işinden vazgeçmekteki isteksizliğine rağmen, Steve Jobs iTunes Store’da yeni ya da eski parçalar için 0,99$’lık sabit bir fiyat uygulamak ve en önemlisi de tüketicilerin albümün tamamını satın almak zorunda kalmadan tek tek parçaları satın almalarını sağlamak istiyordu ve bunu da başardı. iTunes ile birlikte artık tek bir şarkıyı dinlemek için bütün bir albümü satın almak zorunda kalmıyordunuz. Yalnızca istediğiniz şarkıları çok düşük fiyatlarla sahip olabiliyordunuz.
Tüketiciler buna bayıldı. Ancak bu durum bir konsept olarak albüm üretimine fazlaca zarar verdi. Albümleri bir bütün yekpare bir eser olmaktan çıkardı. Pek çok insan tek tek şarkıları satın almaya ve albümleri görmezden gelmeye başladığı için müzik endüstrisi de buna uyum sağlamak zorunda kaldı. Bu da daha fazla single yayınlamak ve odakları albümlerden ve daha uzun projelerden uzaklaştırmak anlamına geliyordu. Ayrıca, büyük ölçüde gerçek ürün satışlarına bağlı olan geleneksel dağıtım yöntemine de zarar verdi ve dijital dağıtımın uygulanmasına yol açtı.
iPod’un başarısının arkasındaki bir diğer şey de pazarlamaydı. O zamanlar için devasa bir miktar olan reklam harcamasıyla ve aynı zamanda başka hiçbir teknoloji şirketinin rekabetçi bir iPod alternatifi geliştirememesi nedeniyle de Apple, mp3 konusunda hakimiyetini sürdürdü. Plak şirketleri hoşlarına gitmese de, Apple olmadan dijital müzik devrinde söz sahibi olamayacaklarının farkına vardılar.
Apple’ın müzik indirmelerindeki bu hakimiyeti meşru bir pazara giriş için ödenen bir bedeldi. Aynı zamanda plak sektörünün düşmanı olan dijital teknolojinin aslında onu nasıl kurtarabileceğini de gösterdi.
Ancak bu kurtarma planı zor koşullarla geldi ve Apple’a plak şirketinden çok daha fazla fayda sağladı. Dünyanın en büyük plak şirketi ve yayıncısı olan Universal Music Group, 21 Eylül 2021’de Amsterdam Borsası’nda işlem görmeye başladığı ilk gün 54,3 milyar dolarla en yüksek değerine ulaştı. Mart 2021’de ise Apple, 2 trilyon dolarlık bir piyasa değeri bildirdi. Ama korsan müziğe karşı çözüm üreten tek şirket Apple olarak kalmayacaktı.
Spotify ve Müzik 2.0
Daniel Ek, çok küçük yaşlardan beri bilgisayarlarla ilgilenen meraklı bir çocuktu. Çocukluğunda kendi kendine kodlamayı öğretip bilgisayar programları geliştirmişti. Daha sonra 14 yaşında web tasarım işine giren ve 23 yaşında bir dijital pazarlama şirketine sattığı bir web sitesiyle milyoner olan bir girişimciydi. Ancak bu başarı onu tatmin etmedi ve yeni bir fikir aramaya başladı, müzik sektörüne yönelik bir proje geliştirmeye karar verdi. Ek’in fikri, korsan müzik sitelerine karşı daha iyi bir hizmet sunmak ve müzik dinlemeyi kolaylaştırmak, aynı zamanda müzik endüstrisine adil bir gelir sağlamaktı.
“Korsanlıktan uzak durarak asla yasa çıkaramayacağınızı fark ettim” dedi. “Yasalar kesinlikle yardımcı olabilir ancak sorunu ortadan kaldırmaz. Sorunu çözmenin tek yolu korsanlıktan daha iyi olan ve aynı zamanda müzik endüstrisinin zararını telafi eden bir hizmet yaratmaktı. Bu bize Spotify’ı kazandırdı.”
Ancak, ortada büyük bir sorun vardı; Spotify‘nın, plak şirketleri tarafından sağlanan müzik kütüphanesi olmadan bir anlamı yoktu. Daniel Ek, şirketleri ikna etmek için uzun vakitler harcadı. Plak şirketlerine korsan müziğe karşı bir çözüm sunduğunu ve kullanıcıların müzik dinleme alışkanlıklarını değiştirdiğini göstermek için veri analizleri, pazar araştırmaları ve müzakere stratejileri kullandı. Anlaşma olarak da plak şirketlerine dinlenme başına bir gelir payı ödemeyi ve sanatçıların müziklerini istedikleri zaman platformdan kaldırma hakkını tanımayı kabul etti.
Uzun ve zorlu ikna süreçlerinin sonunda 2006 yılında kurulan Spotify, ancak 2008 yılında tüm kullanıcılara açıldı. Spotify, müzik dinleme alışkanlıklarımızı kökten değiştirdi. Milyonlarca şarkı, bir tıkla ulaşılabilir ve ücretsizdi. Bu, gerçekten jenerasyonlar arası bir devrimdi. Ücretsiz dinleme planı, bir nevi Spotify’in alameti farikası oldu. Bunun yanı sıra, Spotify’ın çalma listesi oluşturma özellikleri, birlikte dinleme ve yıl sonu raporları müzik dinlemeyi daha deneyimsel ve sosyal bir olay haline getirdi.
MİK Portal’daki diğer sanat yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.
Kaynakça
The MP3: A History Of Innovation And Betrayal
20 years of the iPod: how it shuffled music and tech into a new era
The Good, the Bad, and the Ugly of Spotify for Bands and Musicians