İnsan, tarih boyunca kendini anlatmanın yollarını aramış; anlaşılmaya ve böylece kendini var etmeye çalışmıştır. Varoluşunun en derin motivasyonlarından biri, birilerinin gözünde bir “ben” olabilmek, görünür olabilmektir. Onu gerçekten var eden şey; anlaşılabilirliği, fark edilebilirliği ve sosyal dünyaya katılabilirliğidir: Gözün görmediği yerde, benlik yankı bulamamaktadır. Elbette ki insan artık bunu yalnızca beden diliyle veya mağara duvarlarına çizdiği figürlerle yapmıyor. Uzak diyarlardaki aşığına bir buse kondurup gönderdiği kokulu mektubun ulaşması için aylarca beklemek mecburiyetinde de değil. İnsan, anlaşılmaya ve görünürlüğe duyduğu açlığı yeni biçimlerde doyurmaya çalışıyor.
Bugün, insanın kendini ifade edebilmesi için çok daha hızlı, çok daha kolay yollar var. Öylesine kolay ki, birkaç parmak hareketi ve dolu bir batarya; hikâyesini anlatmaya, kendini herkesin gözünde var etmeye yetiyor ve bu kolaylık, insanın öylesine işine gelmektedir ki; artık yanı başındakine gülümsemek, gözlerinin içine bakmak bile yorucu geliyor, yanındakileri güldürmek için güzel bir söz yerine “reels” göndermeyi tercih ediyor.
Bu yazıda, sosyal medyanın bireylerin benlik algısı üzerindeki olumsuz etkileri, özellikle de kişiyi “tutsak” kılmaya yol açan yönleri incelenecektir. Tabii, bu satırları sonuna dek okuyacak kadar—kısa videolar kaydırmaktan yıpranmış—dikkatinizi toplayabilirseniz.
Seyircisi Hiç Bitmeyen Bir Tiyatro: Benlik ve Sosyal Medya
Kontrol kimde?
İnsanın toplumsal etkileşim içinde sürekli kendini “sunma” ve bu sunumlar aracılığıyla kimliğini kurma durumunu Erving Goffman (1959), “persona” kavramıyla açıklar. Ona göre birey, toplum içinde bir tiyatro oyuncusu gibi davranır; farklı sosyal durumlara göre farklı “yüzler” takınır. Bu bağlamda benlik, sabit bir yapıdan çok, toplumsal beklentilere göre değişen bir performansa dönüşür, ki bu oldukça doğaldır. Ancak bu performanslar, Goffman’ın kuramında hâlâ somut sosyal bağlamlar ve fiziksel etkileşimler içinde gerçekleşmektedir.
Sosyal medya ise, sözünü ettiğimiz insanın kendini “var etme”, “anlatma” gibi doğal ihtiyaçlarını biçimlendirip yeni bir forma sokmuş; bu ihtiyaçları samimi bir içgörü, paylaşım süreci olmaktan çıkarıp, dış onaya bağımlı bir gösteriye dönüştürmüştür. Üstelik sahnesi sonsuzdur ve seyirciler hep oradadır dolayısıyla seyirciye yönelik performans daimidir.
Yani insan artık kendi benliğini anlamaya, bir an olsun durup “ben kimim” “ne istiyorum” diye sormak yerine, tamamen başkalarının “beğenebileceği” benlikler üretmeye yönelir. Bu kısımda “beğendiği” yerine “beğenebileceği” ifadesini kullanma sebebim sosyal medyadaki linç kültüründe bunun da asla bir garantisi olmamasıdır: Birey, daima ulaşılması imkânsız bir ideale erişmeye çabalar, zamanla da kendi özünden uzaklaşır. Ne hissettiğini değil, hangi sunumun daha çok etkileşim alacağını düşünmeye başlar. Bu noktada artık kendi hayatının öznesi olmaktan çıkar ve sosyal medyanın yani algoritmaların yönlendirdiği bir nesneye dönüşür.
Bu bağlamda sosyal medya, bireyin benliğini aşındırmak suretiyle onu tutsak kılma işlevi görür.
Gerçekliğin Yitimi ve Temsillerin Yükselişi
“Ürün sensin.”
Bireyi, başkalarının beğeni ve yorumlarına göre şekillenen bir benlik yanılsamasına sürükleyebilecek sosyal medya, bizi gerçekliğin artık sadece taklitlerle var olduğu bir çağa doğurmuştur. Bu durumu Baudrillard’ın (1998) “simülakr” kavramıyla temellendirmemiz mümkündür.
“Artık herkes belli taklitleri kullanmaktadır ve bu taklitlerin dışında bulunan hiçbir şey ‘gerçek’ değildir, taklit edilebilecek hiçbir ‘orijinal’ ya da ‘hakikat’ yoktur. Artık, ‘gönderenden yoksun ve nerede başlayıp nerede bittiği meçhul, gerçeğin değil yalnızca kendi kendinin yerine geçebilen’ simülakrlar söz konusudur.” (Baudrillard, 1998, s.11)
Yani insanlar artık gerçek deneyimlere değil, deneyimlerin temsiline yatırım yapmaktadır. Instagram’da “mükemmel yaşamlar”, Twitter’da “anlamlı, doğru fikirler” olarak sunulan temsiller, gerçek yaşamla doğrudan bağ kurmayan, temsilin temsilini sunan yapay kurgulardır. Bu noktada birey, kendi benliğini anlamaya çalışmaktan çok, o benliğin en çok beğeni alacak versiyonunu üretmeye yönelir: “Bu an ne kadar iyi görünüyor?”, “Bu paylaşım ne kadar etkileşim alır?” gibi sorular, öznel deneyimin önüne geçmektedir. Bu süreçte benlik giderek parçalanır ve yapay bir temsiller ağına dönüşür.
Panoptikonun Güncel Formu: Sosyal Medya
Gözaltında Bir Benlik
Bu temsiller ağı içinde bireyler; sürekli olarak izlenebilirlik bilincinde yaşıyor, gözetleme yönelimli kişilikler haline geliyor ve sürekli izleyen bir göze göre kendini yeniden kuran öznelere dönüşüyor.
“İzleyen göz” metaforu, denetleyiciliği bağlamında tarihten bu yana Bentham’ın panoptikonundan, Mısır mitolojisindeki Horus’un gözünden, popüler kültürde Tolkien’in Sauron’una kadar pek çok formda karşımıza çıkmaktadır. Modern çağda ise bu göz, artık Instagram’dan gelen bir bildirimde, Twitter’da bir mentionda, TikTok’ta bir “gönderini şu kişi izledi” notunda vücut bulmaktadır.
Bu aslında dışsal bir baskıdan çok içselleştirilmiş bir baskıdır ve insanı kendi zihninde tutsak eder. Çünkü tıpkı Panoptikon’daki gibi mahkûm yani sosyal medya kullanıcısı, gözetleyenin fiilen orada olup olmadığını bilmeden, “her an gözetlenebilirim” fikriyle kendi davranışlarını düzenler: Artık bir gözetleyiciye ihtiyaç yoktur, çünkü birey kendisinin gözetleyicisi hâline gelmiştir.
Böylece sosyal medya, görünürlük arzusunu besleyerek bireyin kendini gönüllü bir denetim nesnesi olarak konumlandırmasına zemin hazırlayabilir. Üstelik bu durum, bireyin belki takipleşmeseler yüzünü dahi hatırlayamayacağı ilkokul arkadaşlarının —ki beğenilme arzusuyla kullanılan filtre ve fotoğraf efektleri, tanıdık bir suretin gerçekten o kişiye ait olup olmadığını artık belirsiz kılmaktadır— düğünden düğüne gördüğü akrabalarının ve hatta hiç tanımadığı, onunla aynı havayı bile solumamış insanların sessiz denetimi altında gerçekleşir.
Dolayısıyla belki de ana fikri “Sosyal medya insanın kendi kendini tutsak kılması için ufak teşviklerde bulunur ve insan da seve seve yapar.” şeklinde değişebiliriz. Çünkü doğadaki en zeki varlık olarak nitelenen insan, artık kendi yararına ürettiği teknolojinin tahakkümü altındadır ve bunu paylaştığı hikâyelerde gülümseyerek yapar, bu tahakküme razıdır. Gülümsemesi mutlu olduğu için değil, mutlu olduğunun bilinmesini istediği içindir: Varlığını sürdürebilmesi artık bu görünürlüğe bağlıdır.
Sosyal medya bireyi kolaylıkla tutsak kılabilir çünkü bu mecburiyeti bireye onun özgürlük yanılsaması içinde dayatır. Birey, bir ifade alanı olarak sunulan sosyal medyada istediğini paylaşabileceğine, istediği fikri dile getirebileceğine, dilediği gibi var olabileceğine inanırken, aslında görünür olmak ve kabul görmek için belirli kalıplara, trend kodlarına ve estetik normlara sıkışıp kalmaktadır. Bu kod ve normlara uymadığındaysa var olamaz. Var olabilmek, beğenilmek için kendini sürekli yeniden şekillendirir; onaylanmak için kişiliğinden, kendisinden ödün verir ve en sonunda onu kaybeder. Ve kaldığı karanlıkta telefon ışıklarıyla kendini aramaya devam edecektir.
KAYNAKÇA
Baudrillard, J. (1998). Simülakrlar ve Simülasyon (O. Adanır, Çev.). Doğu Batı Yayınları. (Orijinal eser 1981’de yayımlanmıştır).
Goffman, E. (2022). Gündelik Hayatta Benliğin Sunumu (S. Kuş, Çev.). Metis Yayınları. (Orijinal eser 1959’da yayımlanmıştır.)