The Seventh Seal, modern sinemaya mührünü vurmuş yönetmenlerden Ingmar Bergman’ın bıraktığı en kalıcı eserlerden biridir. Bergman, bir röportajında bu filmin kendisi için özel bir anlam taşıdığını belirtmiş; bu film sayesinde ölüm korkusunu saplantı olmaktan çıkarıp, onunla yaşamaya alıştığını söylemiştir. Peki Cannes Film Festivali‘nde Jüri Özel Ödülü’ne layık görülen The Seventh Seal’in içinde yatan o felsefe nedir? Bergman için neden bu kadar önemlidir? Bu yazıda film hakkında düşüncelere ve Bergman’ın hayat görüşü ile ilgili bazı noktalara değineceğiz.
The Seventh Seal Konusu
Şövalye Antonious Block ve silahtarı Jöns, 10 yıl sürecek Haçlı Seferine katılır ancak döndüklerinde hiçbir şey eskisi gibi değildir. Savaşlarda gördüğü yıkımdan etkilenen Block, kendisini vebanın tarumar ettiği topraklarında, hastalıktan kırılan halkının içinde bulur. Gördüğü tüm bu hengâme üzerine Tanrı’dan kuşku duymaya ve onun yolundan sapmaya başlayan Şövalye, canını almaya gelen Ölüm karakterine meydan okuyarak onu satranç oynamaya davet eder. İddiaya göre ikili satranç oynayacak ve bu müsabakanın sonucuna göre Block’un bedeni ve ruhunun Ölüm tarafından alınıp alınmayacağı belirlenecektir. Müsabaka sırasında şövalye ve silahtarı, yaşamın anlamını aradıkları bir yolculuğa çıkar.
Yönetmen Ingmar Bergman
Filme geçmeden önce yönetmeni Ingmar Bergman’a değinmemek olmaz; şayet film, Bergman’ın yaşamı ve hayat görüşünü yansıtan pek çok alegori barındırıyor.
2005 yılında Time dergisi tarafından dünyanın en büyük yönetmeni olarak nitelendirilen Ingmar Bergman, 57 yıllık yönetmenlik hayatında 9 kez Oscar’a aday gösterilmiş; genelde sosyolojik konular yerine insan psikolojisi ile ilgilenmiş, ölüm, yaşam, Tanrı sorgusu gibi temalarla kendine has varoluşçu sinema tarzını yaratarak beyaz perdeyi adeta bilinçaltındaki düşüncelerini resmettiği bir tuval olarak kullanmıştır.
İsveç’in eski başkentlerinden Uppsala şehrinde papazlık yapan Erik ve Karin’in ikinci çocuğu olarak dünyaya gelen Bergman, İncil’i ve babasının vaazlarını önemli bir ilham kaynağı olarak görmüş, filmlerinde çocukluk yıllarından oldukça etkilenmiştir. Babasının papaz olması sebebiyle hayat ve ölüm gibi kavramlarla iç içe bir çocukluk geçiren Bergman, filmlerinde sıklıkla Tanrı’nın sessizliği ve yaşam sorgusu gibi konulara yer vermiştir.
Neredeyse her biyografisine ‘’Protestan bir papazın oğlu’’ ibaresiyle başlayan ve dini kavramlar ile yanak yanağa büyüdüğünü söyleyen Bergman’ın Tanrı’ya karşı bu kadar şüpheci yaklaşması oldukça tezat gözükse de, bunun sebebini aldığı katı dinsel eğitimin ve babasının baskın otoritesinin yarattığı bir ters psikolojinin sonucu olarak yorumlayabiliriz. Şayet babası günahlarını affetmek için elini öptürmüş, sık sık şiddet göstermiş, hatta bunu yaparken kırbaç kullanmaktan dahi geri durmamış. Yönetmenimiz de zaten gençlik yıllarında artık bunlara dayanamayıp babası ile hararetli kavgalar ettiğinden ve uzun süre dargın kaldığından bahsediyor.
Babasından gördüğü muamele yüzünden annesine daha da bağlanan Bergman, annesinin ilgisini kazanabilmek için hastalık numaraları yapmaya başlamış; başkaları gibi davranıp, kendine adeta kurgusal kişilikler yaratmayı rutin haline getirmiş. Çünkü kurgu onu babasından bir süreliğine de olsa uzak tutuyormuş. Senaryolara dayalı bir meslek seçmesi de bu yüzdendir belki de.
“Bir papaz ailesinde dünyaya gözlerimi açtım. Böyle bir ailede, yaşamın ve ölümün ardındaki şeylerle uğraşmak çok erken öğretilir. Babam ölüleri gömer, nikahları kıyar, çocukları vaftiz eder, vaazları hazırlardı.’’ – Bergman
Yönetmenliğinin ilk döneminde, II. Dünya Savaşı sonrasında ülkesi İsveç’te dinsel geleneklere bağlılığın sarsılması ve yükselen intihar oranlarının etkisiyle umutsuzluk temasını sık gördüğümüz yönetmen, ikinci dönem filmlerinde ise bunların tam aksine aşk, sevgi, ayrılık gibi genel temalarla kadınlara ayrıcalık tanıdığı, erkekleri ise alaya aldığı filmlerle karşımıza çıkar.
Üçüncü döneminde irdelemekte olduğumuz- Yedinci Mühür (The Seventh Seal) ile Bergman’ın Metafizik Sineması başlar. Yaban Çilekleri’nden itibaren bu metafizik soruşturma varoluşsal bir hal alır ve daha sonraki filmlerinde giderek metafizik niteliğinden uzaklaşmaya başlar.
Bergman’ın Dördüncü dönemi ise Tanrının Sessizliği üçlüsünden ibarettir. Bu filmlerde yönetmen, tanrı sorununa son bir kez döner. Hatta Kış Işığı filminde, adeta tanrının ölümünü ilan eder.
Eğlendirici tarzda sayılabilecek 2 filmlik ara döneminden sonra beşinci döneminde yakın planların hayranlık verici biçimde kullanıldığı yeni bir üçleme ortaya çıkartan yönetmenin, bu filmlerle birlikte ‘parçalama tekniklerini’ daha fazla kullandığı görülür. Öte yandan Bergman, son filmlerinde “bilinçsiz güdülenmelere bağlı sorunlara” giderek daha fazla eğilecektir.
Filmlerinde çoğunlukla aynı oyuncularla çalışmayı seven ve bu kumpanyasından pek uzaklaşmayan Bergman’a oyuncular da aynı sadakatle yaklaşmış ve en unutulmaz performanslarını onun filmlerinde vermişlerdir.
1940’larda tiyatroyla başladığı meslek yaşamı boyunca, 54 filme, 126 tiyatro yapımına ve 39 radyo oyununa imza atan Bergman, 2003 senesinde emekli olmuş ve 30 Temmuz 2007’de birçok filminin de çekimlerini yaptığı Fårö adasındaki evinde 89 yaşında ölmüştür.
The Seventh Seal Karakterleri Hakkında
Ana Karakter Şövalye Antonious Block’u, diğer Bergman filmlerinde de sık sık karşılaşacağımız Max von Sydow canlandırır. Karakterimiz eşini geride bırakıp din adamlarınca haçlı seferine katılmaya ikna edilmiş bir şövalyedir. Film, Block’un ölümle karşı karşıya kalmasını ve yaşamın anlamıyla ilgili derin sorgulamalarını anlatır. Film boyunca karakterimizi derin bir belirsizlik ve ruhsal bir buhran içinde görürüz, zira gittiği her yere kafasındaki soru işaretlerini de götürür, onlara rasyonel cevaplar arar, inanç değil bilgi istemektedir. Savaşın vahşetiyle zaten ilahi inancı derinden sarsılmış Block’un topraklarına döndüğünde gördüğü veba salgınının insanlarda yarattığı etki bu sorgusunu daha da derinleştirmiştir. Tanrı dünyadaki bunca zulüm ve hengâmeye nasıl sessiz kalır?
“Bu, benim elim. Hareket ettirebiliyorum. Kanım damarlarımda akıyor. Güneş tepemizde parlıyor. Ve ben, Antonius Block… Ölüm’le satranç oynuyorum!
Silahtar Jöns karakterine de ana karakter demek yanlış olmaz, şayet rolü ve replikleri ile Block kadar o da ön planda. Yine bu karakteri de diğer Bergman filmlerinde çok sık gördüğümüz Gunnar Björnstrand canlandırıyor.
‘’O çocukla kim ilgilenecek? Melekler mi Tanrı mı yoksa hiçlik mi? Evet hiçlik efendim. İçine düştüğünüzü söylediğiniz o karanlıkta, hepimizin karanlığında, yakarışlarınızı dinleyecek, acılarınızdan etkilenecek kimseyi bulamayacaksınız.’’ – Jöns
Silahtar Jöns, Antonius Block’un sadık arkadaşıdır. Tıpkı Block gibi ölüm ve savaşın ortasında yaşamış biri olarak, dünya görüşü genellikle acı gerçeklere dayanır. Jöns, Block’un inanç krizlerine karşı anlayışlı ve destekleyici bir figür olmakla beraber sert realizmi ve pragmatist bakış açısı ile diğer karakterlerden ayrılır.
Bengt Ekerot’un canlandırdığı Ölüm karakterini de bir Azrail tasviri olarak yorumlayabiliriz. Karakter film boyunca siyah bir elbise ve pelerin giyen bembeyaz suratlı ürpertici bir figür olarak karşımıza çıkar. Bergman şeytan ve Tanrı’nın aksine Ölüm’ü canlı kanlı bir biçimde insan suretinde filminde kullanmak istemiştir. Ölüm, yaşamın kaçınılmaz sonu olarak temsil edilmiş ve şövalye ile satranç oynayarak ona yaşamın doğasını ve ölümün kaçınılmazlığını hatırlatmaktadır.
Mia: Yaz kıştan daha iyidir, çünkü insan soğuktan donmaz ama en güzeli ilkbahardır.
Jof: İlkbahar için bir şarkı yazdım belki dinlemek istersiniz, Lir’imi getireyim.
Akrobat Jof, karısı Mia ve yeni doğmuş bebekleri Mikael yedikleri çilek, içtikleri sütten mutlu olan, sevgi dolu bir ailedir. Filmde masumiyet, sevgi ve umut gibi kavramları sembolize ederler, çünkü başlarına gelen talihsiz olaylar dahi onların huzurunu kaçıramaz. Tiyatroculukla uğraşan aile kasaba kasaba gezerek gösterilerini icra ederler ve yaşamlarını bu şekilde idame ettirirler, filmin sonunda da alelade yaşamlarına geri dönerler. Ve yine bu karakterlerde de Bergman ile birden fazla kez çalışmış iki oyuncu, Nils Poppe ve Bibi Andersson bizi karşılıyor.
Önemli Sahneler
Film ürpertici mekân seçimlerinin yanı sıra bir de İncil’deki kıyamet alameti olan Vahiy 8’den bir alıntıyla başlıyor ve bu açılışı daha da kasvetli yapıyor: ‘’Kuzu yedinci mührü açınca, gökte yarım saat kadar sessizlik oldu ve yedi melek ellerindeki borazanı çalmaya hazırlandılar.’’
Şövalye Antonious Block bitkin bir şekilde Silahtarı Jöns ile kıyıya, bir nevi yaşamın kıyısına vurmuş haldedir. Henüz ilk sahneden karakterin içsel huzursuzluğu hissedilir, akabinde Ölüm karakteri belirir ve filmdeki ilk karşılıklı diyalog başlar.
Antonious: Kimsin sen?
Ölüm: Ben Ölüm’üm
Antonious: Benim için mi geldin?
Ölüm: Uzun zamandır senin yanındaydım. Hazır mısın?
Antonious: Bedenim korkuyor ben değil… Bir dakika dur!
Ölüm: Hep öyle dersiniz, ama ben süre tanımam.
Şövalye Antonius’un “Satranç oynuyorsun, değil mi?” sorusu ile müsabaka başlar ve müsabaka aralarında Block ve Jöns‘ün atlarıyla çıktıkları yolculukla hikâye devam eder. Bu sırada biz de yavaş yavaş filmin havasına ve alegorilerine adapte olmaya başlarız.
Yolculuktaki ilk durakları bir kilise olan Block ve Jöns, burada karşılaştıkları Ressamla sohbet etmeye başlar. Veba salgınından etkilenmiş Ressam, eserini insanlara ölümü hatırlatmak için yaptığını ve ‘’Ölümün Dansı’’ adını vereceğinden bahseder. Bu sahne, veba yani ölüm korkusunun insan hayatına yansıması ve sanatın bundaki gücünü sembolize eder. Ayrıca yine bu sahnede Block’un rahatlamak adına rahip zannettiği Ölüm’e içini dökmesi, Ölüm’ün ise buna aldırış etmeden Block’u yenebilmek için satranç stratejisiyle ilgili ondan sufleler almaya çalışması oldukça dokunaklıdır.
İkili daha sonra gittikleri bir köyde vebadan etkilenmiş bir kız çocuğu ile karşılaşır. Kız, şeytanla işbirliği içinde olduğuna inanılarak yakılmak üzere bağlanmıştır. Bu sahne cehalet içindeki topluma eleştiri niteliğindedir.
Tüm bunlar yaşanırken, Jof ve ailesinin olduğu sahneler de karşımıza çıkar ve film bize onları da tanıtmaya başlar. Jof ve ailesi, gösteri yapmak için geldikleri kasabada oyunlarına başladığı esnada, din adamlarının yaptığı geçit töreni gösteriyi baltalar ve tüm kasaba sunturlu gözlerle bu geçidi seyreder. Bu sahne, dini otoritenin sanat ve toplum üzerindeki baskısını vurgular.
“Mükemmel olmayan bu dünyada en az mükemmel olan şey aşktır.” – Jöns
Daha sonra Block ve Jöns’ün yolu, daha önce ayrı mekanlarda izlediğimiz Jof ve ailesi ile kesişir ve kafilemiz büyüyerek yollarına devam eder. Bu sahne farklı hayat ve bakış açılarının kaderleri sonucu bir araya gelmesinin bir tasviridir.
Yola çıkan kafile, yine şeytanla işbirliği içinde olduğuna inanılan bir kızın çarmıha gerili olduğu ana tanık olur. Şövalye Block, kızla yaptığı konuşmada ona şeytanla nasıl iletişim kurduğunu sorar. Amacı, bir şekilde şeytana ulaşıp ona tanrı hakkında sorular sormaktır, ancak tatmin edici cevaplar bulamaz. Bu sahnede Block’un içindeki ruhsal bunalımına ve çaresizliğine bir kez daha, bu sefer daha da derinden şahit oluruz. Bu sahne aynı zamanda Orta çağ Avrupa’sındaki veba salgını sırasındaki ortam, umutsuzluk ve belirsizlik atmosferini hissetirmeyi amaçlar.
“İnanç taşıması zor bir yüktür. Ne kadar yüksek sesle çağırırsan çağır, karanlıktan sıyrılıp hiç gelmeyen birini sevmek gibi.” – Block
Artık yolun sonu, kafile şövalyenin evinde akşam yemeğine oturur. Bu sahne Leonardo da Vinci‘nin ünlü “Son Akşam Yemeği” tablosuna bir gönderme olarak yorumlanabilir; şayet Block müsabakayı kaybetmiş ve sonuç kesinleşmiştir, Block ölecektir. Yemek yedikleri esnada kapı çalar ve ölümle yüzleşme anı başlar. Bu sahne karakterlerin varoluşsal sorgularını ve gerilimi zirveye ulaştırır. O ana kadar Silahtar Jöns karakterini realist düşünceleriyle öne çıkmış biri olarak görürken, Ölümle yüzleştiği sahnede gördüğü gerçeği bu kez doğrudan dile getirmekten kaçındığını görürüz. Şövalye Block ise kafasındaki soru işaretlerine cevap bulamamış haliyle, çaresizce af dilerken karşımıza çıkar.
Final sahnemizde ise artık macera sona ermiş, Ölüm karakteri, şövalye ve diğer karakterlerin yaşamına son vermeye hazırlanmaktadır. Bu noktada, ikonik ölümün dansı sahnesi başlar. Bu sahnede Ölüm, akabindeki altı kişi ile bir dağın tepesinde adeta Danse Macabre tablolarına nazire yaparcasına belirir. Onları gören Jof eşine tıpkı filmde yer yer yaptığı gibi gördüklerini anlatır: ‘’Mia! Onları görüyorum, herkes orada. Demirci ve Lisa, Şövalye, Raval, Jöns ve Skat. Ve zalimlerin efendisi Ölüm, onları dansa davet ediyor. Elele tutuşup tek sıra dans etmelerini istiyor. Ölüm, elinde tırpanı ve kum saatiyle en önde. Şafaktan uzaklaşıyorlar, ağır ağır ilerleyerek karanlıklar dünyasına gidiyorlar…’’
Çözümü Bulunamayan Problem: Ölüm
Çoğunluğu emsal alarak bir problem diyoruz; ancak bazılarına göre fani olmak bir lütuf. Yargılar değişse de değişmeyen tek şey ölümün insan yaşamının kaçınılmaz sonu olduğu. Tarih boyunca insanlar bu konu hakkında kafa yormuş, yaşamın geçiciliğine çözüm aramışlar. Bazı inanç ve kaynaklarca kimya biliminin atası kabul edilen Simya’nın ilk ortaya çıkış misyonlarından biri ölümsüzlük iksirini bulmaktı. Sonraki dönemlerde de bilim insanları ve fütüristler insan vücudunun ölümsüzlüğü hakkında birçok teoriler ortaya atmış ancak kalıcı bir çözüme ulaşamamışlar. Tarih boyunca fiziken buna bir çözüm bulamayan insan, ölüm ile başa çıkabilmek için aynı zamanda manevi anlamlarla dolu farklı yollar da denemiş.
İlk Çağ Uygarlıklarında ölenler, diğer yaşamlarında faydalanabilsin diye birçok değerli eşyası ile gömülmüş; ölümden sonra bir yaşamın olduğu inancı, onlara müsterih hissettirmiştir. Böylesine genel bir konuda tabii filozoflar da sessiz kalmamış. Platon meşhur kuramında bedeni değil ruhu esas almış ve ruha ölümsüzlük adetmiş; bir diğer ünlü filozof Epikür ise ölüm endişelerini mübalağa bulmuş ‘’Ölümden korkmak bilge kişi için anlamsızdır, çünkü yaşadığımız sürece ölüm yoktur, ölüm geldiğinde ise artık biz yokuz.’’ yorumuyla fikrini özetlemiştir.
Dünyada ölümlü olan tek varlık insandır. Yalnızca insan ölür hayvanlar ise yok olur.
– Martin Heidegger
Kimi insanlar da bedenin geçiciliği, ruhun kalıcılığı gibi tanımlamalar yapmış ölüm için; kimileri ise doğumdan öncesini hatırlamadığımız gibi öldükten sonra da hiçbir şey hatırlamayacağımız fikrine dayamış sırtını. Bazıları ise “İnsan iki kere ölür, birincisi bedenimizde nefes alıp verme kesilince, diğeri de adımızı bilen son kişi öldüğünde” mottosuyla eserleri ve başarıları ile adlarının yüzyıllar boyunca anılmasını sağlayarak bir çeşit ölümsüzlüğe ulaşmaya çabalamışlardır. Bergman’ı da tam bu görüşle anıyoruz, şayet burada onun geride bıraktığı eserinden bahsediyoruz. Geride bıraktığı diyorum çünkü evet, ölümü bu kadar takıntı haline getiren Bergman da hayata gözlerini yumdu. Tıpkı yukarıda ölüm olgusu ile ilgili farklı fikirler ortaya atmış diğer insanlar gibi.
Peki ölümden neden korkarız? Cevap basit, bugün yapabildiğimiz en alelade rutinlerimizi bile bir gün yapamayacağımız düşüncesi, yani varlık halinden yokluğa geçme fikri, yaşamdan başka hiçbir şey bilmeyen insanoğlu için bir hayli işin içinden çıkılamaz ve ürpertici bir olgudur. Ölümün bir gün bizim de kapımızı çalacağı daha çocuk yaştan öğretilir, öğretilemeyen kısmı ise ne zaman ve nasıl çalacağıdır. Bu sebeple Bergman, eserinin de yansımasıyla Ölüm’ü bizlere düşündürtmeyi başardığına göre filmin detaylarına dönebiliriz.
Danse Macabre & Memento Mori
Film boyunca imgelerin sık kullanıldığından bahsetmiştik. Satranç oyunu, ölüm dansı ve farklı karakterlerle yapılan çeşitli karşılaşmalar… Kullanılan bu zengin sembolizm sayesinde film izleyici yorumuna oldukça açık hale geliyor. Zaten filmin ana hikayesi büsbütün bir imge üzerinden ilerlemekte.
İnsanın ölümle mücadelesini satranç oyunu üzerinden anlatan film, Tanrı’nın görünürdeki sessizliği temasını ön plana çıkararak şövalyenin kafasındaki, Tanrı’nın varlığı ve yaşamın amacı konusundaki şüpheleri bize derinden hissettiriyor.
”Her şeyin bir hiç olduğunu bilen biri ölüm karşısında yaşayamaz.” – Block
Lir, keçi, süt, sirk gibi dini kitaplarla ilişkilendirilebilecek metaforları da bize sunmaktan geri durmayan The Seventh Seal’in ana temasının esin kaynağı İsveçli orta çağ ressamı Albertus Pictor’a ait satranç oynayan ölümün tasvir edildiği ‘’Döden spelar schack’’ tablosudur. Bir diğer esinlendiği tablo ise hem kilisedeki ressamdan duyduğumuz hem de final sahnesini oluşturan Ölüm Dansı diğer adıyla Danse Macabre düşüncesinin ortaya çıkardığı eserlerdir.
Danse Macabre ortalama ömrün 35 ila 40 yaş civarı olduğu, halk arasında tedavi edilemeyen çok sayıda bulaşıcı hastalığın yayıldığı Orta Çağ’da ölümün evrenselliği üzerine ortaya çıkmış bir sanat temasıdır. O dönem birçok sanatçı eserleriyle bu temayı takip etmiştir; Bergman da final sahnesinde adeta bu eserlerin bir beyaz perde versiyonunu ortaya çıkarır.
Biraz daha kurcalayıp Danse Macabre’nin de ilham kaynağına inersek bizi Roma imparatoru ve aynı zamanda bir filozof olan Marcus Aurelius’un Stoizm felsefesinin bir prensibi, latince bir deyiş olan Memento Mori (Ölümü Hatırla) sözü karşılar. Hem “Danse Macabre” hem de “Memento Mori” yaklaşımları insanları, ölümün evrenselliği ve kaçınılmazlığı üzerinden yaşamın biricikliğini düşünmeye yönlendirmeleriyle birbirine paralel fikirlerdir ve senaryomuzun ana besin kaynağıdır.
Sonuç
The Seventh Seal, içerdiği anlam yüklü imgeler, felsefi göndermeler, toplumsal eleştiriler ve titizlikle hazırlanmış diyaloglarıyla hepimizin malumu olan ölüm olgusunu benzersiz bir şekilde işliyor ve izleyicide derin bir etki bırakıyor. Satranç oyunu üzerinden insanın ölümle mücadelesini simgeleyen filmin bıraktığı tesir, çekildiği tarih ve zamanın teknolojisini göz önünde bulundurmamızla kendisini daha da artırıyor. Filmlerinde cevaplardan ziyade sorular üzerinden ilerleyen Bergman, The Seventh Seal filminde de cevabını bilmediğimiz mutlak bir olguyu varoluşçuluk perspektifiyle, izleyicide ölümle yüzleşmeyi düşündürme amacı güderek işliyor ve yorumu biz izleyenlere bırakıyor. Yazıyı Bergman’ın filmi hakkındaki kendi sözleriyle bitirelim.
‘’Yedinci Mühür, serbestçe kullanılmış Orta Çağ malzemeleriyle sunulan modern bir şiirdir. Filmimde Şövalye, bugünün askerinin savaştan dönmesi gibi, Haçlı Seferi’nden dönüyor. Orta Çağ’ da insanlar vebadan ölesiye korkarlardı. Bugün de atom bombası korkusuyla yaşıyorlar. Film, teması hayli basit bir alegoridir: İnsan, onun ebedi Tanrı arayışı ve tek mutlaklık olarak ölüm.’’
Ayrıca MİK Portal’daki diğer sinema yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.
Kaynakça:
Danse macabre: The allegorical representation of death. TheCollector. (2023, Eylül 28). https://www.thecollector.com/danse-macabre-middle-ages-danse-of-death/
The Seventh seal. Feature Film – Productions – Ingmar Bergman. (n.d.). https://www.ingmarbergman.se/en/production/seventh-seal
The Seventh Seal (1957), MUBİ.
Sanata Nufüz Etmiş Bir Kavram: La Danse macabre. wannart. (n.d.). https://wannart.com/icerik/24194-sanata-nufuz-etmis-bir-kavram-la-danse-macabre