TRT Türk Kanalı için hazırlanan, 2022 yapımı “Gurbet” adlı belgeselin yapımcılığını ve yönetmenliğini üstlenen İsmet Yazıcı, “Türk-Alman Üniversitesi Göç ve Uyum Uygulama ve Araştırma Merkezi” (TAGU) önderliğinde okulumuzda gerçekleşen “12-16 Aralık Göç Haftası” özel etkinliğine katıldı. Kendisi ile 12.12.2022 tarihinde gerçekleştirmiş olduğumuz söyleşide, bizlere “Gurbet” belgeselinin yapım sürecinden bahsederken, göç hakkında sorduğumuz soruları da yanıtsız bırakmadı.
Bizlere “Gurbet” adlı belgeselinizden bahseder misiniz? “Gurbet”in yolculuğu nasıl başladı?
“Gurbet”te, 60’lı yıllarda yurt dışına “geçici işçi” statüsüyle giden vatandaşlarımızın hikayesini ve nasıl bir yolculuğun kahramanı olmuşlar, onu anlatmaya çalıştık. Gerçekten de bu yolculuk bir kahramanlık hikayesi, vatanlarından uzakta, bilmedikleri bir dilin, hiç aşina olmadıkları bir kültürün içinde, çok zorlu bir var oluş mücadelesi; çok hüzünlü ama bir o kadar da büyük bir başarı hikayesi. Bu nedenle onların önünde saygıyla eğiliyorum ve bu projenin hayata geçmesine aracı olmaktan çok mutluluk duyuyorum.
“Gurbet” benim önüme ‘yapılmak için’ çıkmış bir proje. Mesleki birikimim çok farklı bir alanda seyrediyor; 1999 yılından bu yana belgesel üretiyorum ama “soyutun” belgeselini yapıyorum. İlgi alanım daha ziyade kadim semboller, kavramlar vs. Bu hikaye aslında hiç aklımda yokken ortaya çıktı diyebilirim.
2022 yılının ilk günüydü. “TRT Türk kanalımız için neler yapılabilir ?” sorusu üzerine bir görüşme yapıldı ve hemen o gün aklıma ilk gelen ve kalbime dokunan ve geçmiş birikimimdeki pratiğimi de kullanabileceğim, sembollerle göçün hikâyesini anlatmak oldu. “Almanya’ya işçi olarak giden vatandaşlarımızın fotoğraflarını, mektuplarını bulsak, onlardan bugüne kalan nesneleri vs. bulsak, bundan bir hikâye oluştursak nasıl olur?” diye düşünmeye başladım. Açıkçası konuyla ilgili ne bir araştırmam, ne de öncesinde yeterli donanımım vardı. Aynı gün bu fikir üzerine internette dolanırken önüme bir isim düştü: Gökhan Duman. Konuyla ilgili iki kitap yazdığını gördüm. Belki de istediğimiz görsel malzemeye de Gökhan Duman aracılığıyla ulaşabiliriz diye düşündüm ve kendisine ulaştım. Gökhan Bey vesilesiyle “DiasporaTürk” adlı bir organizasyonun varlığından haberdar oldum; yaklaşık 15 yıldır bu alanda müthiş zengin bir kaynak biriktirmişler; sergiler vb. etkinliklerle bu kıymetli materyalleri hem yurt dışında, hem Türkiye’de sergiliyorlar, etkinlikler düzenliyorlarmış. Hayal ettiğimden de zengin bir kaynak –mektuplar, evraklar, fotoğraflar, nesneler vs.- önüme serilmişti.
DiasporaTürk ilk defa bütün ellerindeki malzemeyi bu belgeselin kullanımına açtı. Gökhan Duman da müthiş kalemiyle projenin hem danışmanlığını hem de metin yazarlığını yaptı. Hikaye yalnızca hızlı gelişimiyle değil, ta başından beri sihirli bir denklikle önüme serilmesiyle de beni çok heyecanlandırmaya başladı. Gökhan Duman ve DiasporaTürk ekibi yıllardır bu malzemeyle bir belgesel yapılmasını istiyormuş, ama bir türlü denklik olamamış; daha ilginci tüm malzeme hep farklı şehirlerde, ülkelerde dolanırken ilk defa bizim çekim yapacağımız zamanda (tamamen tesadüfi) Ankara’da bir araya geldi. Zaten biz çekimleri tamamladıktan 15 gün sonra da o nesnelerin yolu yine farklı farklı ülkelere, şehirlere düştü. İzleri takip etmeyi seven biri için, tüm bu denklikler, yeterli bir mühürdü; o ‘dilsiz’ zannettiğimiz nesneler beni çağırmış, benimle konuşmak için bekliyordu. Aklıma hiç umulmadık zamanda düşen proje, yapmam gerekendi ve hayat bana onu emanet etmişti…
13 bölümden oluşan bu belgeselde farklı göç hikayelerine mi yer verdiniz; hikayeyi nasıl ördünüz?
Sembollerle konuşmayı ve hikayeler kurmayı, bütün ürettiklerimde parça-bütün ilişkisini kurmayı, hem çok seviyorum, hem de mesleki pratiğim öyle. Bu projede de öyle oldu. Her bir bölümün sembol bir nesnesi vardı, örneğin: raylar, bavul, saat, takvim… Göçmen işçilerin ilk 4-5 yıllarının tarihsel hikayesini anlatırken, aynı zamanda o tarihsel süreç kadar, bu nesneleri de konuyu ören başrol majör semboller olarak kullanmayı tercih ettim ve çatıyı öyle kurdum. 10’ar dakikadan oluşan 13 bölüm, hem kendi bağımsızlığında, hem de bir araya geldiğinde de bir anlamsal bütünlük taşıyor; hem metni, hem de görsel anlatımıyla çatı böyle kuruldu. Bu nedenle de bu 13 bölüm dışında ayrıca bölümleri birleştirerek uzun 3 bölümlük ve bütün bölümlerin toplamıyla bir tek bölüm de hazırladık. Belki buruda 13 bölüm alt başlıklarını ve içirik özetlerini aktarırsam neyin üzerinden bu anlatımı gerçekleştirmeye çalıştığımızı daha iyi ifade edebilirim:
“Gitmek mi zor kalmak mı zor…” alt başlığıyla hazırlanan birinci bölümde, 30 Ekim 1961 tarihinde Türkiye ve Almanya arasında imzalanan iş gücü anlaşması ile başlayan süreç, gitmek ve kalmak arasında kalanlar, karar sürecinde yaşanılan duygularını anlattık. “Bir tahta bavula dünya sığar mı…” alt başlığıyla hazırlanan ikinci bölümde, gitmeye karar vermiş misafir işçilerin, gidiş hazırlıkları, seçilme süreci konu edildi. Tüm süreçte ve zaman içinde, onun en yakın arkadaşı olan, aileleri ve vatanlarıyla bağ kurdukları en önemli nesne olan “bavul”, bu bölümün metafor nesnesi olarak öne çıktı… Üçüncü bölümün, yıllar içinde misafir işçileri, nice yabancı duygu ve yeni hayatla tanıştıracak o durak “On birinci Peron” başat ögesi. Dördüncü bölümün alt başlığı “Yurttan uzakta o soğuk odalarda”, fazla söze gerek yok
aslında, o odalar ve ilk karşılaşmaları anlatmaya çalıştık. “Yeni hayat…” alt başlığıyla hazırlanan beşinci bölümünde, geçici işçilerin yeni hayatlarıyla bağ kurma çabaları konu edildi. “Bacalar” alt başlığı ile yayına hazırladığımız altıncı bölüm o çarkların içinde var olmaya çalışan geçici işçilerin duyguları aktarıldı. Yedinci bölümün başlığına “Şehir” demiştim; yeni hayata alışma çabalarını anlatıyoruz bu bölümde. “Bu solgun resmim hatıram olsun…” diye başlık koyduğum sekizinci bölüm bana en çok dokunanlardan… Malum misafir işçilerin ve ailelerinin birbirleri arasında dolaşan o solgun suretler, fotoğraflar konu ediliyor. 9. Bölümümüzün alt başlığı: “Halin nicedir…” yani karşılıklı yazılmış mektuplar; 10. Bölümde karşılıklı gönderilen kasetler, şarkılar… “Kulağım sesinde gönlüm hasrette…” başlığıyla ekranlara gelen 11. Bölümde, yeni teknolojiler ile kurulan yeni iletişim yolları konu ediliyor. “Bir diyârdan bir diyâra…” başlığıyla hazırladığımız 12. Bölüm üzerine filmler yapılıp, romanlar yazılmış dönüş yollarını anlatıyor. Tabi ki bizler ne kadar anlatmaya çalışsak da o yolun anlamını o yolcular gibi hissedemeyiz, her söylenmiş eksik kalır. Finale geldiğimizde 13. Bölüme “Göçermişim…” başlığını verdim. Geçici olarak gidilen o ülkeye yerleşmeye başlayan, orada kalma kararı alan ve artık “geçici” olmayan işçileri anlatmaya çalıştık…
“Gurbet” çok hüzünlü bir isim. Peki “Göç” kelimesi sizin için ne ifade ediyor?
“Gurbet” sözünün enerjisi ve bizi dolandırdığı bilinçaltı koridorlarıdır
belki de burnumuzun direğini sızlatan… Ben bunu biraz dolayımla ve farklı anlayışla açıklamaya çalışayım: Tüm insanlığın bilinçaltı kodlarında çok önemli bir tema, ‘dünyaya düşmüş olmak’, dünyada ‘garib’ olmak, öz vatanına hasret yaşamak. Gündelik tecrübelerimiz ve görünür acılarımızın çok ötesinde bu dünyada gurbette olmak hali zaten var. Bunu bir adım daha öteye götürürsek insanın kendisine gurbet olması; dolayısıyla benim için “gurbet” biraz böyle bir kavram, hasrette olduğumuz şey asli varlığımız ve diyarlar gezsek bile kendimizle buluşup barışamadığımız sürece gurbette olma hali ve hissi hiç geçmeyecek. Aslında insanın kendini bulup barışmasının da başlangıcı belki “gurbeti” hissedişi… Ve o gurbetten yuvaya, yani kendine doğru seyran edişi… Daha önce ürettiğimiz belgesel serilerinin pek çoğunun dip metnini de bu gurbette olma hali ve kendine kavuşma çabası tetikliyordu; buradaki anlatım ve örgü farklı olsa bile yine de dünyaya böyle bakan biri olarak, aslında benim kendi gurbetim de biraz bu ve ad olarak ilk aklıma gelen oldu.
Kişisel olarak deneyimlediğiniz bir “göç” anısı var mı?
Gurbetsiz hiç olur mu… Benim kendi göçüm var; üniversite okumak için baba ocağını bırakıp Samsun’dan İstanbul’a geldim. İlk bölümün müziği hazırlanıp geldiğinde, görüntülerin üzerine yerleştirilince, ben söze başladım ve bir anda boşalan yaşlardan cümlemi tamamlayamadım. “Samsun’dan ayrılacağım o son gece” dedim ve kaldım. Benim için gurbetin başlangıcı, üniversiteye (ve ne olursa olsun İstanbul’a) ulaşacak olmanın heyecanını yaşayan o 17 yaşındaki İsmet’in Samsun’da baba ocağında geçireceği son geceymiş… İllaki gidecek ve bir daha geri dönmeyeceği için toprağına hasret yaşayacak… Başkalarında da denk gelişlerimiz oldu; tuhaf bir çözülme, bir şekilde proje izleyeni kendi gurbeti neyse onunla karşılaştırıyor…
Geriye dönüp baktığınızda bu gurbet hikayesi içinde sizi en çok ne etkiledi?
Aslında bu sorunuza hikayenin tamamı diye cevap verebilirim. Ama özel olarak bir nokta atışı yapmam gerekirse, bu projenin tılsımlı yanına dönük bir örnek verebilirim: Burhan Amca’nın madenci lambası diyebilirim. Gökhan Duman’dan çekim sırasında dinlemiştim hikâyesini. Bizim için bütün nesneler çok kıymetliydi ama bir tanesi gerçekten de ta başından itibaren bana çok dokundu. O madenci lambasının hikâyesini Gökhan Bey anlatmaya başlayınca aslında bu projenin neden bize geldiğini ve nasıl bir sorumluluğumuz olduğunu daha iyi anlamıştım; ama asıl sihir birazdan yapacağım vurguda… O madenci lambasının sahibi Burhan Amca, dünyayı çok gezmek istermiş, ama değil dünyayı gezmek, çalıştığı madenden çıkıp şehri bile gezememiş ve “Ben ne zaman dünyayı gezeceğim?” dermiş. Bu anı benim çok etkilemişti ve gayri ihtiyari Gökhan Bey’e “Biz bu belgeselle Burhan Amca’ya dünyayı gezdireceğiz.” demiştim. Ve ilk yurt dışı gösterimimiz geçtiğimiz ay Essen Ruhr Müzesi’nde gerçekleşti; muhtemelen Burhan Amca’nın çalıştığı o madende bugün müzeye dönüşmüş halinin salonlarında, Burhan Amca’nın ve diğer göçmen işçilerimizin sesi yankılandı. Proje Almanca, Fransızca ve İngilizce alt yazılı versiyonlarıyla da hazırlandı; umarım daha pek çok gösterimle, dünyanın farklı yerlerinde onların hikayeleri yankılanır ve biz de Burhan Amca’ya verdiğimiz sözü yerine getirmiş oluruz…
Röportaj serimizin bir önceki bölümünde Görgün Taner ile İKSV ve kültür-sanat üzerine yapmış olduğumuz röportajımıza ulaşmak için buraya tıklayabilirsiniz.
Türkiye’den Almanya’ya 60’lı yıllarda yaşanan dış göç olgusunun Türk sinemasına yansımasını Nesrin Kula ve İhsan Koluaçık’ın Temmuz 2016 yılında yayımlanmış “Sinema ve Toplumsal Bellek: Türk Sinemasında Almanya’ya Dış-Göç Olgusu” makalesinden inceleyebilirsiniz.