Dünya tarihi, pek çok kurban ritüeline tanıklık etmiştir. Bu ritüellerin biçimi ve anlamı, coğrafyadan coğrafyaya farklılık gösterse de altında yatan temel motivasyon çoğunlukla dini olmuştur. Örneğin, Fenikelilerin tanrıları Molek için çocuklarını kurban etmeleri, tarihsel belgelerde karşımıza çıkan en çarpıcı ritüellerden biridir. Bu tür pratikler, günümüz perspektifinden bakıldığında inanılmaz ya da gerçek dışı görünebilir; ancak onlar, insanlık tarihinin önemli parçalarını oluşturmuştur. Bu hikayeler, sadece ritüel uygulamalarıyla değil, aynı zamanda altında yatan dini ve toplumsal dinamiklerle de dikkate değerdir.
İman Paradoksu: Kurban Ritüellerinden Kierkegaard’a
Tarihsel kayıtlardan mitolojik örneklere kadar çeşitli hikayelerle karşılaşırız. Yunan mitolojisinde Agamemnon, Tanrıça Artemis’in rüzgarları durdurması için kızını kurban etmek zorunda kalır. Agamemnon’un arada kalışı, rüzgarların durması ve ordusunun Truva’ya ilerleyememesiyle başlar. Artemis’in gazabını yatıştırmak için kızını kurban etmesi gerektiğini öğrenmesi, onu bir lider olarak büyük bir ikileme sürükler. Eğer İphigenia’yı kurban etmezse, ordu moralini kaybedecek ve belki de savaşı başlatamadan sona erdirecektir. Ama kurban ederse, sadece bir baba olarak kalbini değil, aynı zamanda ailevi ve insani değerlerini de feda etmiş olacaktır. Bu, onun hem kişisel hem de siyasi kimliğini zedeleyen bir karar sürecidir (Ahrensdorf, 2009).
Agamemnon’un İphigenia’yı Kurban Etmesi (İman Paradoksu: Kurban Ritüellerinden Kierkegaard’a)
Tanrılara duyulan bu tür bir inanç, sorgusuz ve koşulsuz bir bağlılık içerir. Ancak bu bağlılık, aynı zamanda onun trajedisinin kaynağıdır. Dünya tarihine damga vurmuş bu kurban ritüelleri, insanın Tanrılarla veya kutsal olanla kurduğu ilişkinin karmaşıklığını gözler önüne serer.
Fenikelilerin Molek’e çocuklarını sunmaları ya da Agamemnon’un Artemis’e duyduğu sorgusuz bağlılık gibi örneklerde, kurban eylemleri genellikle Tanrı’nın gazabından kaçma ya da onun lütfuna erişme amacı taşır. Ancak burada dikkat çeken bir ayrım vardır: Bu tür ritüeller, çoğunlukla insanın çıkar beklentisine ya da korku duygusuna dayalıdır. Kurbanın amacı, bireyin veya toplumun zarar görmekten kurtulmasını sağlamaktır. Ancak, bu ritüellerin ötesine geçen ve benzersiz bir karakter sergileyen bir hikâye vardır: İbrahim Peygamber’in kurban hikayesi.
İbrahim’in eylemleri, herhangi bir çıkar beklentisi veya Tanrı’nın gazabından korku ile açıklanamaz. Onun hareketlerini anlamanın yolu, Kierkegaard’ın “iman paradoksu” olarak adlandırdığı kavramı ele almaktan geçer. İbrahim, Tanrı’nın talebini sorgulamaksızın kabul ederek, mantığın ve evrensel ahlakın sınırlarını aşmıştır. Bu kavram, bireyin evrensel ahlakın ötesine geçerek yalnızca Tanrı’ya olan mutlak inancıyla hareket etmesini ifade eder. Kierkegaard’ın yaklaşımında, İbrahim sıradan bir kurban ritüelinin çok ötesine geçen, ahlak ve inanç arasındaki derin çatışmayı temsil eder. Kierkegaard, Korku ve Titreme adlı eserinde bu tür kurban ritüellerini yok saymamış, aksine onları insanın trajik kahramanlığı olarak adlandırmıştır. Ona göre, İbrahim’in hikayesini anlamak, bireyin tümel ve tekil arasındaki karmaşık ilişkisini çözümlemeye yönelik bir adımdır.
Bu yazıda, Kierkegaard’ın İbrahim’in hikayesi üzerinden ele aldığı problemin derinliklerine ineceğiz: Kierkegaard’a göre birey nasıl olur da evrensel ahlakın ötesine geçerek Tanrı’yla doğrudan bir ilişki kurabilir? Bu iman paradoksu, sadece İbrahim’in hikayesinde değil, aynı zamanda insanın inançla olan ilişkisini anlamada da kilit bir rol oynar.
Kierkegaard’ın İbrahim Peygamber yorumlarını anlayabilmek için öncelikle onun kurban hikayesinin bilinmesi gerekir. İbrahim’in hikayesi, insanın inanç ile ahlak arasında yaşadığı en büyük sınavlardan birine işaret eder. İbrahim ve eşi Sara, uzun yıllar boyunca çocuk sahibi olmayı beklemişlerdir. Yaşlarının ilerlemiş olması ve doğal şartlar bu dileği neredeyse imkansız hale getirmiştir. Ancak Tanrı’nın mucizesi sayesinde Sara, bir erkek çocuk dünyaya getirir. Bu çocuk, İshak, sadece İbrahim’in değil aynı zamanda aile bağlamında Tanrı’ya olan inancının fiziksel bir sembolü haline gelir.
İbrahim, İshak’ı her şeyden çok sevmektedir; onun sevgisi, mucizevi bir şekilde gelen bu oğulun bir ödül ya da lütuf gibi algılanmasından beslenmektedir (Harman, 2000). Bu sevgi, baba-oğul ilişkisini kutsal bir bağa dönüştürür; ancak aynı zamanda İbrahim için bir sınavın başlangıcıdır. Yaşadığı dönemin sosyal şartları da İbrahim’in oğluna olan bağlılığını artırmıştır. O dönemde çocuklar sadece ailelerin değil, aynı zamanda toplumların geleceğini temsil etmekteydi.
İshak’ın mucizevi doğumu, İbrahim ve Sara’nın çevresindeki diğer kişiler için de büyük bir olaydır; bu yüzden İshak hem ailesinin hem de toplumun sembolik bir mirası haline gelmiştir. Ancak hikaye tam da bu noktada dramatik bir hâl alır; çünkü Tanrı, İbrahim’den oğlunu, yani İshak’ı, göstereceği bir dağda kurban etmesini ister. Bu talep, sadece bir baba olarak İbrahim’in sevgisini değil, aynı zamanda onun Tanrı’ya olan inancını ve bağlılığını test etmektedir. İbrahim, teklifi tereddütsüz kabul eder. Bu kabul, Kierkegaard’ın ‘iman paradoksu’ olarak adlandırdığı durumun temelini oluşturur; çünkü İbrahim, mantıksal ve ahlaki sınırların ötesine geçerek tamamen inançla hareket etmektedir. Tanrı’nın bu talebini sorgulamaksızın yerine getirmeyi kabul eder ve eşi Sara’yı ya da çevresindeki diğer kişileri bilgilendirmeden yola çıkar.
İbrahim, oğlunu kurban etmek için yola çıkarken içsel bir çelişki yaşamış olabilir; ancak Kierkegaard’ın yorumu, bu çelişkinin inanç tarafından bastırıldığını öne sürer. Üç günlük bir yolculuğun ardından İbrahim, Tanrı’nın kendisine işaret ettiği dağa ulaşır (McCarter, Kyle, 2000). Yolculuk boyunca İbrahim’in zihninde ne tür düşünceler dolaştığını bilmek mümkün değildir; ancak Tanrı’ya olan mutlak bağlılığı onun adımlarını yönlendirmeye devam etmiştir. Çocuğunu kurban etmek üzereyken İbrahim’e bir adak hayvan gösterilir ve İshak’ın kurban edilmesi engellenir.
Bu olay, sadece İbrahim’in inancını ve bağlılığını test etmekle kalmaz, aynı zamanda Tanrı’nın merhametini de ortaya koyar. Ancak bu hikaye, sıradan bir dini olay gibi görünse de derin bir felsefi tartışmayı da beraberinde getirir. İbrahim’in Tanrı’ya olan inancı ve bağlılığı, ahlakın evrensel ilkeleriyle çelişmektedir; çünkü evrensel ahlak kuralları, bir babanın oğlunu öldürmesini kesinlikle yasaklar. Bu noktada Kierkegaard, evrensel ahlakı aşan bu eylemi “absürt” olarak tanımlar; çünkü mantıksal ve ahlaki sınırların ötesinde gerçekleşen bu durum, yalnızca inanç yoluyla anlam kazanır.(Kierkegaard,2021, s.80)
İbrahim’in hikayesi, Kierkegaard’a göre bireyin tümel ve tekil arasında yaşadığı en büyük çelişkinin temsilidir. Bir birey olarak İbrahim, tümelin kurallarını aşarak Tanrı’yla doğrudan bir ilişki kurmuş ve bu ilişki, onun eylemlerini anlamlandıran tek şey olmuştur. Bu hikayeyi anlamak, Kierkegaard’ın ‘iman paradoksu’nu ve bireyin Tanrı’yla olan ilişkisini çözümlemek için temel bir adımdır.Bu hikaye sadeleştirilmiş dilden dolayı basit bir olay gibi görünse de, İbrahim’in inancı onu mantığın ötesine geçerek hareket etmeye motive etmiştir.
Kierkeegard, Korku ve Titreme adlı eserinde inancın çelişkili dünyasını yorumlamıştır. Bu çelişki için de örnek olarak İbrahim Peygamberi kullanmıştır. Ona göre İbrahim Peygamber, hayran olunası ama anlaşılması çok güç olan bir figürdür. (Kierkegaard,2021, s.85)
Kierkegaard’ın duruşu, iki temel unsur üzerinden açıklanabilir. İlk olarak, Kierkegaard evrensel ahlaktan söz eder. Ona göre, her varoluşun içinde doğal bir biçimde yer alan evrensel ahlak, değişmez ve baki bir nitelik taşır; yani her zaman var olmuştur. Evrensel ahlak, bireyin kendi sınırlarının ötesinde, herkesin ulaşmaya çalıştığı bir telos, yani erektir (Kierkegaard, 2021, s. 77).
Kierkegaard, bu bakış açısından hareketle, etiğin tümel ve evrensel olduğunu savunur. Bireyin ereği ile etiği aynı düzlemde değerlendiren Kierkegaard’a göre, birey ereğini unutmaktan kaçındığı gibi, etiği de unutamaz veya kaybedemez (Kierkegaard, 2021, s. 78). Bu noktada, Kierkegaard evrensel etiğin insanlar arasında ortak bir bağ olduğu fikrini ortaya koyar: Dünyadaki herkesin bu etik anlayışından bir pay aldığına inanır. Ancak Kierkegaard, bu evrensel etiğin birey tarafından nasıl aşıldığını ve inanç yoluyla Tanrı’yla doğrudan bir ilişki kurulduğunu da tartışır. Bu, onun felsefesindeki ikinci temel unsurdur.
Kierkegaard’a göre birey, yani tekil, tümel ile hem bir ast üst ilişkisine sahiptir hem de tümelden üstündür. Tekilliğin bu üstünlüğü paradoksal bir doğaya sahiptir; çünkü bireyin tekil oluşu da tümel ile olan ilişkisinden doğar. Şöyle somutlaştırabiliriz: Bir birey, bir grubun içinde kaybolmaktan kaçınmak için doğal bir dürtüyle tekilliğini ön plana çıkarır. Ancak bu tekilliğin varlığı, yalnızca grubun varlığıyla mümkün olur. (Kierkegaard,2021, s.78) Tümel, yani evrensel ahlak kurallarından beslenen birey, bu kuralların ötesine geçerek tekil bir inanç pozisyonuna ulaşabilir. Bu, Kierkegaard’ın deyimiyle “absürt” bir durumdur; çünkü mantıkla açıklanamaz bir şekilde birey, tümelden hem daha aşağıda hem de daha yukarıda bir yere sahiptir.
Dolayısıyla, birey tümelin sınırları içinde hem bağımlı hem de bağımsız bir pozisyona sahiptir. Kierkegaard için bu ilişki, mantıksal sınırların ötesine geçerek bireyin Tanrı’yla olan ilişkisinde en yüksek anlamı bulduğu “iman paradoksu” nun temelini oluşturur .Kierkegaard’a göre İbrahim’in hikayesi, bireyin tümel ve tekil arasında bir paradoks yaşadığı ‘iman paradoksunun’ özünü anlamak için temel ve önemli bir örnektir.